Büyük caminin önü, oyun alanlarımızdandı.

Kandil geceleri, mahallenin çocukları, camiye koşuştururduk.

Kimimiz, takılıp büyüklerin peşine, içeri girerdik. Maksadımız muziplik.

Sakin oturmaz, kıkırdaşırdık, işi azıtırsak çimdik yerdik, annelerimizden.

Zaman zaman da, hoca İsmail amcanın, top gibi gürleyen (o sevecen, gevrek, kendine özgü) sesi duyulurdu.

Susdurun çocuklarınızı gadunla!!!

Biraz sıkıldık mı “kaş-göz” arasında sıvışırdık.

Cami dışında, koşuşturan, gülüp oynayan çocuklara karışırdık.

Ana konumuz, içerde yaptığımız muziplikler, olurdu.

Bana, “ilk bayramlık elbise dikildiğinde;” annem: erken yat, babanla bayram namazına gideceksin, demişti.

Niye dediğimde.

- Sen erkeksin, erkek çocuklar babaları ile camiye gider.

Cevabını almış, “kardeşimin kız olduğunu,” o zaman hissetmiştim.

O gece hiç uyumadım. Yatakta döndüm, durdum.

Sabah, annem kaldırdı. Hazırlandım. Duruşum, yürüyüşüm değişivermişti.

Farklı bir sabahtı o.

Cami, sanki “etrafında fır döndüğümüz,” oyun alanı olmaktan çıkmış, “yepyeni mistik ve muhteşem” bir havaya bürünmüştü.

Sanki ilk defa görüyordum.

Babamla, içeri girdik. O ne (nasıl olup da, daha önce fark etmemiştim.) burası cennet bahçesiydi.

Oya gibi nakışlar, büyülenmiştim adeta;

Tam karşımda, renk renk devasa pencereler duruyordu. Gözlerim kamaştı. İnsan kalabalığı fulu’laşıp kayboldu.

Camide yapayalnızdım.

Gözlerim projektör gibi. Kafam, onları taşıyan hareketli sehpa Beynim içiyordu süslemeleri.

Hoca efendi, bayram namazının nasıl kılınacağını tarif etmiş, (babamın dürtmesi ile, kendime gelip,) kafamı önüme eğdim.

Saflar düzeltildi.

Namaza durduk. Beynim nakış dolu idi. Namazı unuttum, (bir yıgın hata yaptım.) Namaz bitti.

Camiden çıktık.

Eve geldik.

Ben, bende değildim. (Hala gözümün önünde şekiller uçuşuyordu.)

O günden sonra, her fırsatta, “camiye, süslemeleri seyretmeye” gittim. Herhalde, dünyanın en büyük ve muhteşem binası idi. Aşık oldum büyük camiye.

Güzel sanatlara beni tutkulandıran, bina idi.

Hayranlığım, İstanbul’a “üniversite için,” gidene kadar sürdü.

İstanbul’a gidince, ağzım açık kaldı. O, ne büyük şehirdi yarabbim, ne muhteşem camileri vardı.

Onlar ne güzel binalardı.

İlk sömestre, Bolu ya dönünce:

Büyük cami, çok küçük göründü gözüme.

Sanki, yıkanmışta; çekip küçülmüştü.

İçine girdiğimde; boyaları solmuş gibi geldi. Çocukluğumun o muhteşem camisi, değildi.

Bir tuhaf hissettim, kendimi.

Cami aleladeleşmişti.

Beğenmez olmuştum.

Artık, camiye eleştirisel gözle bakıyordum.

Şurası şöyle, burası böyle.

Büyük camiye, yıldırım Beyazıt camii’de derlerdi.

Onu Sultan Yıldırım Beyazıt’ın yaptırdığını zannederdim.

Mazisini soruşturmaya başladım.

Rahmetli anneannem; oğul o cami, benim çocukluğumda yapıldı İnşaatı, goca donlu, iri yarı, uzun boylu, Andon Galfa yaptı deyince, sihir iyice bozuldu.

Büyük cami, gözümde yoktu artık.

Bu duygu, bir zaman sürdü.

Ama gene de, bayram namazlarına mutlaka büyük camiye giderdim. Orda kılmazsam, içimde bir eksiklik hissederdim.

Velhasılı, o cami benim bir parçamdı.

Zelzele oldu, hasar gördü.

Çarşı esnafı; camiyi restore ettirme kararı aldı. İşin başına mimar Semih Dimici’yi getirdi. Vakıfların; “uzun yıllar alan” restorasyonlarını görmüştüm.

Acaba; buda mı öyle olacak diye düşündüm.

Öyle olmadı.

İş hızla başladı. Zaman zaman, inşaatı görmeye gittim.

Üstünde iş elbisesi, mimar Dimici, işin başındaydı.

Caminin orjinalliğini bozmamak için, elinden geleni yapıyordu.

Son gittiğimde, inşaatta yine, “en ufak teferruatı atlamayan,” bir gönül eri gördüm.

Yüreğim, tomur tomur oldu.

Sevindim, kıvanç duydum.

Para için değil AŞK için yapıyordu, işini. Durmadan problem çözüyor. İlmek ilmek örüyordu, binayı. Bu büyük bir şanstı, Bolu için.

Gidin görün, meslek aşkı ile nasıl çalışılırmış.

Bravo sevgili Semih.

NOT: Unutmayalım marifet, iltifata tabi’dir.

İltifat, marifet sahibi olup “Allah rızası için iş yapanların” gıdası ve hakkıdır.