O zaman, Bolu yeşillikler içindeydi.

Fırka tepesine, çıkıp bakıldığında, yer yer, kırmızı kiremitli damlar, görünürdü.

Kuş sesleri, alabildiğine coşkulu ve özgürdü.

Kuşluk kalkar, tarhana çorbasına kaşık sallar, Al-lah’a şükrederdik. İçimizde aç kalan yoktu. Komşuluk hukukuna önem verirdik. Birbirimizi, kollar gözetirdik.

Senin emrinde, hemen her evden, şehit vermiştik. Vatan toprağını, kanımızla sulamanın, gururunu taşıyorduk.

Evlerimizde, sahibinin sesi köpek marka, taş plaklar çalardı. Hafız Burhan’dan, gazeller dinlerdik. Pilli lambalı radyolar, yeni çıkmıştı.

Etrafında toplaşır, onuncu yıl marşı dinlerdik.

Çıktık, açık alınla....

Gözlerimiz ışıl ışıldı. Başımız dik.

Tek dişi kalmış, medeniyet canavarına, yem olmamıştık.

Sıra kalkınmaya gelmişti.

Nasıl başaracaktık, bu işi.

Doğru dürüst bir eğitimden geçmemiştik.

Şaşkındık.

Türk milleti zekidir.Türk milleti çalışkandır, derdin.

Bize, “ne mutlu Türküm,” demeyi benimsetmiş.

Muasır medeniyet seviyesini “hedef” göstermiştin.

Ne yapmak gerektiğini, bilmiyorduk.

Sen ve arkadaşların biliyordunuz.

Sana güveniyorduk.

Sen de, bizim mayamıza.

Mayamız hasdı, bizim.

Genlerimiz sağlam. Kanaatkardık.

İşten artmaz, dişten artar, derdik.

Yamar yamar giyer, Allah’a şükrederdik.

Geride bıraktığın, arkadaşların inançlıydı.

Hiçbir şahsi çıkar, düşünmeden canlarını dişlerine takıp çalıştılar.

Aslanlar gibi kadro, yetişmeye başladı. Öğretmenler, teknisyenler bürokratlar...

Hiçbiri paragöz değildi. Hepsi vatan severdi. Örnekleri sendin. Senin fikirlerinden güç alıyorlardı.

Derken, demokrasi başladı.

Yüzümüzü, batıya tam döndük.

Batı, bize kucak açtı.

Marşal yardımları başladı.

Ardından İMF.

Aldığımız yardımlar, derin devlet kuyusunda, kaybolup gitti.

Devletçilik ilkesini uygulayıp; ormanları devletleştirdik. Ormanlar tükendi.

Çok önem verdiğin, eğitimi hiç sorma.

Neredeyse; her kasabada bir üniversite açtık.

Kimi kaliteli, “ama, çoğu diplomalı işsiz” yetiştiriyor.

“Batılılaşma sevdamız,” başımıza ne işler açtı, sorma...

Kendi kültürümüzü OUT, batı kültürünü IN yaptık.

Coca cola içip, batılı olduk.

Her tarafa ingilizce tabelalar, astık.

Hiper marketler, cafe barlar, disco clupler, Toycenterler’i pıtırak gibi fışkırttık.

Blucinler giyip, İngilizce şarkılar söyledik.

Ülkümüz; ingilizce bilmekti, yükselmek değil.

Gerçekte, ayranımız yoktu içmeye, ama, otomobille gitmeye başladık WC’ye...

Batının tekniğine değil, pisliğine özendik. Akkabak çiçeği gibi, açıldık.

Sevgili Atatürk;

Ruhun, gezintiye çıktığında, ne olur, Bolu’ya uğramasın.

Şaşırır, üzülür, tanıyamazsın.

O, yer yer kırmızı kiremitli damların göründüğü, yemyeşil Bolu yok artık. O canim bahçelerdeki, ulu ağaçları, pırasa gibi doğradık. Meydana gelen arsaları, kat karşılığı, müteahhitlere verdik.

Ortada (uzun vadeli düşünülmüş) imar planı da yoktu. Olanı da, onun hatırı, bunun ağırlığıyla, kuşa çevirdik. Netice de Bolu; üst üste binmiş, beton yığınları haline geldi. Daracık caddelerimiz, minicik meydanlarımız, oluştu. Onları da, otomobillerle doldurduk. Bize yürüyecek yol, nefes alacak meydan kalmadı.

Ardından;

7.2 şiddetindeki deprem, beton binaların, bir kısmını yıktı. Pek çoğu da ağır hasar gördü.

Bir yandan da ekonomik kriz, darbe vurdu bize.

Şaşkın ve çaresiziz.

Arazimiz dar, tarım şehri değiliz.

Ormanlarımız bitti.

Doğru dürüst sanayide yok.

Ticaret dersen hak getire.

Turizmin adı var, kendi yok.

Ne yapacağımızı bilemiyoruz!!!

Hâlâ, Bolu, sanayi ile mi, turizmle mi kalkınır diye tartışıp duruyoruz.

D.İ.E. bizi “F.b. 5687 dolar gelirle” Türkiye ikincisi ilan etti. Bolu’ya gelen devlet büyükleri (Abant ve Kartalkaya’ya bakıp)

-Bunlar çok zengin, Vakıfları var, “yapmamız gereken” yatırımları yapı-veriyor, diyor.

Sanırım:

-Bunlara İl Gelişme Planınızı kendiniz yapıp, kalkınıverin dedik mi, sevinip, oyalanırlar.

Diye düşünüyorlar.

Haksızda değiller.

Her vesile’de:

Vur patlasın, çal oynasın, eğleniyoruz.

Oysa;

Kırk parayı, kırk yerinden, çıkılayarak, tasarruf edip, akılcı yatırımlarla, gündüz-gece demeden çalışmamız gerekmez mi?

Halimiz çok kötü, sevgili Atatürk;

Gülüyoruz, ağlanacak halimize.

YEDİĞİM ŞAMARLAR ÜSTÜNE

Bu ne öfke, sevgili çocukluk arkadaşım.

Değer mi?

Benim yüzümden dokuz yıllık köşe yazarlığını bıraktın.

Neden okuyucularını mahrum ediyorsun.

Benim beynimi ezmek lazım.

Kim oluyorum da fikir üretmeye kalkıyorum.

Bana BULAŞIK diyorsun. Haklısın.

Vakıf’ın, daha iyi olmasını düşünmek, bana mı kalmış?

Durup dururken, “halkın kutsallaştırdığı konulara” burnumu sokup, yetki alanınıza tecavüz ettim.

En iyiyi “düşünüp, yapacağınızı,” nasıl da düşünemedim!!!

Ama iyi oldu.

Herhalde, benim halim, başkalarına ibret olur.

Bundan böyle hiç kimse; İzzet Amca’nın “bu vakıf sizindir, ona sahip çıkın “ vasiyetine aldanıp ta, vakfı sahiplenmeyi düşünmez, fikir üretmeye kalkışmaz.

Bir musibet bin nasihatten evladır, sözü boşuna söylenmemiş.

Benim için patron’unu;

Al hayrını gör diye “nazikçe” uyarman da, iyi olmuş. O da aklını başına toplasın.

Nasıl bir “belalıya,” köşe tahsis ettiğini, anlasın.

Değerli hocamın patronu;

Beni bir an önce kov. O çok haklı.

Benim neler yazacağım, hiç belli olmuyor!!!